Sunday, May 26, 2013

THE BREEZE AT DAWN




The breeze at dawn has secrets to tell you.
       Don't go back to sleep.
You must ask for what you really want.
       Don't go back to sleep.
People are going back and forth across the doorsill
       where the two worlds touch.
The door is round and open
       Don't go back to sleep.


MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
Translated by COLEMAN BARKS
From the book of A Year with Rumi

Published with the written permission of COLEMAN BARKS







Tuesday, May 14, 2013

ALTINA HÜCUM - HAYALET KASABASI, BODIE

Sabah dörtte hazırlanıyorum. Mayıs’ın son Pazartesi günü. Aslında önceden hazır olurum hep. Hem de birkaç gün önceden.. Ancak, bu sefer hava durumunun devamlı değişmesi hazırlıkları geciktirdi.

İlk düşünce, 22 yıldır gitmediğim deniz seviyesinden 86 metre daha alçakta olan “Death Valley” milli parkını fotoğraflamak idi. Doğa fotoğraflarında ana konulardan biri gökyüzüdür. Bulutsuz gökyüzü dramatik bir içerik taşımaz. Güneyde hava raporunun bulutsuz olması, beni daha kuzeye, henüz ilkbahara yeni girmekte olan belki de Amerika’nın en ilginç hayalet şehri, Bodie’ye yönlendiriyor.



Şafak öncesi ailemle vedalaştıktan sonra yoldayım. Güne erken başlayıp yola çıkmanın keyfi bir başka. Güneşi sen uyandırırsın uykusundan.. Gerçekten, güneşin doğuşunu görmek ve sonra da batışında uğurlayabilmek, ruhen sağlıklı bir gündür insan yaşamında.

395 numaralı yoldan kuzeye doğru ilerliyorum. Buraları çöl iklim ve bitki örtüsüne sahip. Yucca Brevifolia, veya Joshua Tree dedikleri çöl ağaçları, genellikle bu kurak doğayı süslüyor. Sabahın ilk ışıklarında tonlar bir fotoğrafçı için her zaman çok güzeldir. Durup bir süre bu kurak bölgenin ilginç görüntülerini resimlemek istiyorum. Yol uzun. Bodie’ye 600 kilometrelik bir yolculuğun başındayım. Devam ediyorum.

190 numaralı Death Valley yol ayırımından geçiyorum. Sağda Owens gölü. Anadolu’nun Tuz gölü gibi, ve tuz işletmeleriyle dolu. Kuzeye doğru yol alırken, solumda Sierra-Nevada dağlarını, ve Alaska haricinde Amerika’nın en yüksek dağı Mount Whitney’i huşu içinde izliyorum. Henüz kış dağları bırakmamış. Zirveler karla kaplı. Dağ yolları gelecek aya açılır diyorlar.

İkinci dünya Savaşında Amerika’da birkaç kuşak yaşamış olan Japonların evlerinden ve işlerinden alınarak hapis hayatına zorlandıkları kamplardan en tanınmış olanı bu yol üzerinde. Manzanar adını taşıyan bu yerde, karanlık geçmişten kalan izler oldukça az. O yıllarda Ansel Adams tarafından fotoğraflanmış buranın yaşam ve insanları.

Kuzeye çıkarken yolun solunda Sierra-Nevada sıra dağları ve sağında çölleşmenin başladığı doğada meyve bahçeleri güzel manzaralar sergiliyor. Değişen görüntülerin oyalanmasıyla farkına varmadan bir süre sonra Lee Vining’e varıyorum. Burası geceleyeceğim yer. Mono gölünün hemen batısındaki bu küçük yerleşim yerinde yazın turist trafiği yoğun olur. İçimde sanatımı icra etmenin heyecanıyla yemek molasından sonra Bodie'ye doğru ilerliyorum.



Bodie yaklaşık 40 km. kuzey doğuda dağlık bir yörede terkedilmiş bir kasaba. Altına hücum döneminde California’ya gelen maceraperestlerden W.S. Bodey ve benzerleri tarafından 1859 yılında bulunmuş ve adı zamanla Bodie olmuş. W.S. Bodey ise buraya bulduktan bir yıl sonra bir kar fırtınasında yaşamını yitirmiş. 

Bodie, tepeler arasında gizli ve 2500 metre irtifanın üstünde havada oksijen azalmasının hissedileceği bir yer. 1876 yılında bulunan zengin altın madenleri sayesinde izole bir madenci kampı iken çok kısa zamanda vahşi batının en hızlı büyüyen kasabası halini almış. 1879 yılında Bodie’de nüfus 7.000 ve bina sayısı ise 2.000 olmuş. Buradan çıkarılan altın Nevada’daki Carson City’ye silahlı muhafızlı at arabalarıyla taşınır, oradan da trenle San Francisco’ya gönderilirmiş.



Çok çabuk büyüyen bu madenci kasabasında Wells Fargo bankası, dört gönüllü itfaiye ekibi, bando grubu, 65 içki salonu, Çin semti ve beraberinde afyon içilen yerler, hayat kadınlarının bulunduğu bir semt, dansların yapıldığı ve konserlerin verildiği bir kültür merkezi, iki kilise ve bir mezarlık varmış. Bodie'nin altın arama ve çıkarma dönemlerinde, posta arabası soygunları sık olurmuş. Hemen her gün barlarda ve sokaklarda insanların birbirini öldürdüğünü de kayıtlardan öğreniyorum.

Bu yanlız, çok soğuk veya sıcak yerde, altın madenlerinde çalışmak sonra da kazancını içki salonlarında ve hayat kadınlarıyla tüketmek, ve bu ızdıraplı yaşamda kavgaya ve cinayete bulaşmak bir kesim için olağanmış.



Bodie’yi fotoğraflarken çok sert ve soğuk bir rüzgar esiyor. Başımda kulaklarımı kapatan kalın bere, üzerimde kuş tüylü kalın parka, dağ ayakkabıları olduğu halde çalışmak oldukça mücadele gerektiriyor. Tabii, oksijen azlığı da zamanla alehime çalışıyor. Doğanın acımasız olduğu bir yer burası. Yine de, çalışmanın verdiği şevk ile olumsuzluklar farkedilmiyor..

Sonra düşündüğümde çağrışım yapıyorum. Ortaokul yaşlarımda babamla İzmir’de üç film oynatan sinemalara giderdik. Babamın en çok sevdiği filmler vahşi batı konusu olanlar. O zamanlar da bu filmler çok çevrilir ve seyredilirdi. İzmir’de, Kulüp ve Yeni sinemalarına babamla Cumartesi öğlenden sonra girip akşam çıkardık. Tabii her film de bir ara olunca, toplam beş arada tost ve meşrubat ziyafetleri dahil ayrı bir dünya gibiydi, o zamanlar... Ne ilginç ki, bu filmlerin hikayelerinin gerçekten yaşanmış olduğu bir yeri fotoğraflıyorum, kırk, kırkbeş sene sonra...



Bodie kısa zamanda büyümüş, ancak Arizona ve Nevada’da altın bulunduğu haberleriyle kısa zamanda da boşalmaya başlamış bir fırsatçılar kasabası. Aslında insanlığın tarih boyunca büyük zorluklar içinde, materyal kazanç için yaşamlarını nasıl hiçe saydıklarını simgeleyen anlamlı bir yer. Altın arayıcılarının başka fırsatlara çabuk göçü zamanla kasabayı daha çok yerleşik kalmak isteyen ailelere bırakmış.

1880 li yıllarda Bodie’de nüfus, başka fırsatlara yönelenlerin göçü ile azalmaya başlamış. Yine de, 1881 yılında kasabaya kereste ve diğer malzemelerin ikmali için dar raylı bir tren yolu inşaa edilmiş. 1890 yılında, günümüzde Bergama ve benzeri yerlerde kullanılan ve halkı huzursuz eden zehirli madde, siyanür ile altın çıkartma işlemi keşfedilince, daha az yoğunluktaki madenlerden altın temini mümkün olmuş. 1892 yılında altın çıkartan Standard Şirketi o zamanlar ülkenin ilk uzun mesafeden (20km) elektrik getiren hidroelektrik santralini inşaa etmiş.

1890 lı yıllardaki teknolojik gelişmeler sayesinde yavaşlayan gerilemeye rağmen, 1910 yılında nüfus sayımı 698 kişi. 1917 de demiryolu iptal edilmiş. Nüfus 1920 de 120 kişi. 1932 yılındaki büyük yangın ise bu gerilemeyi sadece körüklemiş. Son maden ise 1942 de savaş nedeniyle kapatılmış.



Bugün Bodie, vahşi batının gerçek anlamda bir hayalet kasabası.. Ayakta kalmış ve yavaşça çürümekte olan 110 kadar yapısı, ve bir çok madenden geri kalan girilmesi yasak bir altın maden ocağı ile ziyaretçilerin ilgiyle geldiği üzgün bir yer. Bodie'nin üzgün oluşu yaşanmış tarihinde yazılmış adeta..



İki günde otuz saat kadar çalıştıktan sonra yolum kuzeye doğru uzanıyor. Devamını yazmak üzere.


© Nihat İyriboz
California, 04/13

www.nihatiyriboz.com







Sunday, May 12, 2013

SOMETIMES I DO

In your light I learn how to love
In your beauty, how to make poems.

You dance inside my chest,
where no one sees you,

but sometimes I do,
and that light becomes this art.


Mevlana Celaleddin Rumi
Translated by Coleman Barks
From the book of A Year with Rumi

Published with the written permission of Coleman Barks











GÖREBİLMEK

Bodie, California, 2011

Görebilmek insana ait beş duyunun ötesinde geliştirilebilen bir yetenek. Evet, gözlerimizin normal fonksiyonlarını yerine getirmelerinin ötesinde görebilmek ayrı bir gerçek. Ayrıntıyı, kompozisyonu, tonal ayırımları, anlatımı insanın duygusal, düşüncesel ve felsefi boyutlarda görebilmesini tanımlıyorum. Görmek ile gerçekten görüp, farketmek, bu işlevden haz duymak, derin anlatımı anlamak farklı boyutlar. Çoğu zaman gördüğümüz halde farketmediğimiz olur. Adeta görmemiş gibi belleğimiz gördüğünü hatırlamaz. “Bunu ne zaman yaptılar”, “bu da ne zaman oldu” gibi sorular sorarız.

Derin ve içerikli görebilmek, benim gerçeğimde küçük yaşlara giden bir göz bozukluğu nedeniyle üzerinde ısrarla çaba göstermemin sonucu kazandığım bir yetenek. Belki, göz bozukluğunu yaratılışta bana verilmiş bir hediye olarak kabul etmeliyim. Yıllarca elimde fotoğraf makinalarıyla dolaşmamın sebebini çok sonra, yaşamımın ikinci yarısında anlıyorum. Fotoğraf makinası kişinin görme yeteneğini geliştiren bir araç. Tabii ki materyal fonksiyonu olan bir araç. Yani, fotoğraf çekiyorum, basıyorum, sergiliyorum. Ancak, daha önemlisi gerçekten görmeyi öğreniyorum. Güzel olanı görmeyi öğreniyorum. Eski, yıkılmış içinde seçilmiş konunun hikayesini algılamayı öğreniyorum. Görerek anlamayı ve anlatmayı öğreniyorum. Ayrıca, eski gelenekte karanlık odada fotoğraf basan bir sanatçı olarak çalışmalarımda hayal ediş var, yorum var, yaratış var.

Evet, bir fotoğraf bin kelimedir lafı abartı değil. Semboller gibi imajların anlatım kapasiteleri kelimelerin çok ötesinde. Bu anlatımların sınırları daha belirsiz ve her bir kişinin yaşam hikayesine göre değişebilen nitelikte. Evimiz bir galeri gibidir. Fotoğraflarım bir bakışta tüm hikayelerini anlatmazlar. Fotoğrafı adeta incelemek ve sık sık ziyaret etmek gerekir. Nazlıdırlar. Bana beni anlatırlar, sonra da başka hikayeleri vardır. Fotoğrafı dinlemeyi bilmek lazım. Bir sanat fotoğrafının da değeri bu aslında. Yıllar sonra kişiye yeni hikayeler anlatabilmesi, yeni duygular verebilmesi..

İnsanlık herşeye bir isim koyuyor ve isim bilmek istiyor. “Burası neresi”, “bunun adı ne” soruları çok olağan. Vahşi batının bir hayalet kasabasının veya Anadolu’da bir antik kentin birçok kitapta sayfalar dolusu anlatımı var. Buna rağmen, ben fotoğraf çalışmalarımda konuyu önceden çok ayrıntılı öğrenmeme eğilimliyim. Tanım ve anlatımların sınırlarında kalmak istemiyorum. O yerin, subjenin bana anlatmak istediği başka hikayeler oluyor. Bu yaklaşım görebilme yeteneğime hürriyet kazandırıyor diyebilirim.

Doğal olarak soyut anlamda algılamaya çalıştığım bu tanımlanmış yerler, nesneler ile tanış olmak zaman gerektiren bir bütünleşme. Doksanlı yıllarda fotoğraf çalışmak için düzenli botanik bahçelerine giderdim. Bu bahçelerden en ilginci, Berkeley California’da, San Francisco körfezine bakan bir yamaçta, harika bir yer. Dünya’nın dört bucağından bitki ve çiçeklerle dolu. Bahçeye vardığımda uzun bir süre hiç bir şey yapmamayı öğrendim. Çevremi görerek dinlemeyi, hissetmeyi öğrendim. Aksini yaptığımda anlamlı bir şey yaratamadığımı fark ettim.

Görebilmek iç sessizlik gerektirir. Kendinle kalmayı gerektirir. Kendinle kalabilmek, kalabalık içinde olmamak veya başka birisiyle çalışmıyor olmak anlamına gelmez. Bu iç sessizliği yaratabilmek ve kendinle yanlız kalabilmek kişiden kişiye değişen bir olgu. Adeta çalkantısız bir gölün ötesindeki muhteşem dağları ayna gibi yansıtabilmesi gibi, insan ruhunun ve duygusal halinin de düz bir göl yüzeyi gibi olabilmesi insana bu görebilmeyi sağlıyor. Kimisi doğuştan bu huzurda, kimisi meditatif çalışma ile, kimisi fotoğraflayacağıyla bütünleşerek bu ruh haline varıyor. Sonuçta, gerçek anlamda alışılmışın ötesini görebilmek bir sanat ve geliştirilebilen, insan yaşamını zenginleştiren bir yetenek.


© Nihat İyriboz
California, 12/12

Wednesday, May 8, 2013

THE GUEST HOUSE




This being human is a guest house.
Every morning a new arrival.

A joy, a depression, a meanness,
some momentary awareness comes
as an unexpected visitor.

Welcome and entertain them all.
Even if they are a crowd of sorrows,
who violently sweep your house
empty of its furniture,
still, treat each guest honorably.

He may be clearing you out
for some new delight.

The dark thought, the shame, the malice,
meet them at the door laughing,
and invite them in.

Be grateful for whoever comes,
because each has been sent
as a guide from beyond.


MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
Translated by COLEMAN BARKS
From the book of A Year with Rumi


Published with the written permission of 
COLEMAN BARKS


In memory of Renin Batıgün, a poet in her own right.





Thursday, May 2, 2013

SEN KİMSİN, NERELİSİN?

Çocukluğum mücadelelerle ve sokak kavgaları ile geçti. O zamanlar kalabalık olmayan, ve kısmen mübadele yolu ile Rumeli'den gelmiş Türkler, halen yerleşik Yahudiler, Rumlar, Levantenlerden oluşan Alsancak’ta çocukken bana “Amerikalı” diyerek takılırlar ve kızdırırlardı..
*
1980 yılının Ocak ayında İngiltere’ye gittim. Birbuçuk sene kadar orada çalıştım. İngilitere’de yaşam genellikle iyi ve bolluk içinde yokluklar dışında dertsizdi. Aynı kış, bir akşam Preston Politeknik’te öğrencilerle toplanılmış gitar çalınıyor, şarkılar söyleniyor. Benden önceki müzisyen acı dolu bir şarkı söylüyor. Daha yeniyim, bu aksanı zor anlaşılır kuzeybatı bölgesine.. Şarkı uzun. Devamında anlıyorum ki “barbar Türk’ler Gelibolu’da İngiliz kuvvetlerini nasıl öldürmüşler” hikayesi. Sahneye çıkıyorum ve çok güzel bir aşk şarkısını çalıp, söylüyorum. Adı “Evergreen”. Sahneden inince benden önce saptırılmış şarkısını çalıp söyleyen yanıma geliyor ve tebrik ediyor. “Nerelisiniz” diye sorunca, “ben Türk’üm” diyorum. Adam şaşkınlık içinde. Ne söyleyeceğini bilemiyor..
*
Bir Cuma günü, Kuşadası Mocamp’ta çadır kuruyoruz, eşim ve ben. Plan, ertesi gün o zaman yol olmayan yerlerden sırt çantalarında çadır, uyku tulumları ile Pamucak sahilinden Menderes nehrini geçmek ve Yoncaköy’de çadır kurup, geceleyip, ertesi gün Gümüldür’e tepeleri aşıp varmak. O zamanlar Kuşadası ve Gümüldür arası yol yok. Menderes'in Ege'ye açılan ağzı derin ve geniş.. Yürüyerek geçilecek gibi değil. Şans bu ya, bir balıkçı teknesi görüyoruz ve yardım istiyoruz. Türkçe konuşuyoruz, ama yeterli değil.. Balıkçı bizi yabancı diye gözüne kestirmiş. Fransız olduğumuza kanaat getirmiş.. “Karıyı o kadar yükleme” diyor bana. Aynı dili konuşuyoruz, yine de yabancı olduğumuzu söylüyor. Sağolsun, bizi karşı kıyıya geçiriyor.
*
Yeni evliyken üç işim vardı. BMC’de satış memurluğu, gitar öğretmenliği ve Nato subay klübünde ara sıra solo konser. Eşim sağolsun, hep yardımcı. Bir gece ben sahnede çalarken, o da oturmuş Amerikalıyla evli bir Türk hanım ile sohbet ediyor. Daha sonra anlatıyor. Kadıncağız Amerikalı kocası hakkında uzun uzun dert yanmış. Ardından sormuş, “sizin de Amerikalı eşinizle benzer sıkıntılarınız var mı?” diye..
*
Fotoğraf projeleri için Türkiye ziyaretlerimden birinde İstanbul’dayım. Vatan hasretinin de vermiş olduğu bir etkilenmişlikle Sülaymaniye Camiini resimliyorum. Ama, özel izinle minaretlerine tırmanarak, çatısında yürüyerek, büyük kubbesinin iç kenar balkonundan aşağıyı resimleyerek, ufukta Aya Sofya ve Sultanahmet’in profillerini görerek. Ürkütücü bir duygu. Ne de olsa 16. asır dünyasının kuvvetli lideri Kanuni’nin türbesinin olduğu yer. Türbe kapısında bekçi var, heyecanla soruyorum.
- Kanuni gerçekten burada mı gömülü?
- Sen nerelisin?
- Vatandaşız..
- Yok, yok, sen yabancısın!
- Yahu, ben doğma büyüme İzmir’liyim!
- Yok, yok, sen başka bir yerdensin..
- Peki, sen nerelisin?
- Ben Giresun’luyum!..
*
Başka bir fotoğraf projesi için Didim’deyim. Asırlarca üzerinde çalışılmış, ancak hiç tamamlanamamış ve 15. asırda zelzelerle kısmen yıkılmış Apollo tapınağını resimleyeceğim. Yaz mevsimi.. Şafakta çevreden çalışıyorum. Kapı açıldığında içeri girmeden önce bir süre biletçi-bekçi ile sohbet ediyoruz. Ne de olsa vatan hasreti, yaşayan bilir! İzin isteyip ayrılırken adam sakince kolumdan tutup, takdirle “nasıl yaptın bilemem ama, sen bu lisanı çok iyi öğrenmişsin” diyor. Bir şey söylemeden ayrılıyorum..
*
2008’de oğlum ile Sultanahmet’teyiz. Baba ve oğul gezerken, bütün esnafın saatler boyunca bana olan turist muamelesini hayretle izliyor. Sonunda dayanamayıp söylüyor, “yazık sana be babacım!” İşin komik tarafı, ben Türkiye'de doğdum büyüdüm, oğlum ise California'da.
*
Anavatandan uzak Dünya’nın öbür tarafında, Pasifik Okyanus’u kıyısında sevgili eşim ile, sevgili oğlumuzu yetiştirirken yirmi yıldan fazla geçmiş... Hem doğduğum ve büyüdüğüm yerde bir yabancı, hem de yaşadığım yerde.. Evet, kimim, nereliyim? Cevabı sonunda Mevlana’nın söylediği kadar basit!

“Çıplak geldik, giyindik, soyunduk, gidiyoruz.”


© Nihat İyriboz

California, 01/11

Wednesday, May 1, 2013

UYANIŞ ZAMANIDIR

Uyanış zamanıdır, şimdi.
Yaşamayı bilmek, şimdiyi.
Sonsuzluğu hissetmek zamanı.
Bu bize kalmış bir mücadele.
Mücadele bile değil,
kalbin akıla yol gösterdiği yer olmalı.
Beş duyunun ötesine geçmek,
sonra da onbir boyutu hissedebilmek.

Burada geçmiş, gelecek yok,
tüm bildiklerin, bilmediklerin önünde.
Tanıdıkların, tanımadıkların da..
Aklın çözemedikleri burada.
Yumuşat o tatlı yüreğini!
Göreceksin,
güzel yuvanda yeni kapılar,
pencereler açılacak.

Bildiğin gibi değil, bu kapılar, pencereler!
Yolları güzelliklerin ötesinde,
manzaraları dillere sığmaz.
Sıcacık sarar
Sevgili'nin varlığı her yanını.
Sen sandığın ile evren
bir bütün olmuş,
dans eder.

Kendini aşarsın,
korkuların, sorunların erir,
Sevgi'nin ateşinde.
Satın alman bile gerekmiyor burayı..
Para geçmez bu mekanda,
evet, giriş bedava!
Sadece kapıyı çal,
ama istekli çal..
Çekmeden olmuyor çoğumuza.
Ancak yanarak istersen olur,
ve kapı açılır..

Kapı dediğim uzak değil,
hemen kendi gönlümde.
Karanlığın, kaygının
sona erdiği yerde..
Bilim adamlarının çözemediği
uzayın ötesine bakarım
bu kapının eşiğinden..

Görünenin, bilinenin ötesini
aklımla düşünemem,
gözümle göremem,
koklayıp, okşayamam da,
ne ile dinlesem işitilmez.
Ancak gönül yoluyla hissedilir..

Kimisi açamadan göçer
bu kapıyı,
bazıları açıp kapar,
ve açıp kapar.
En ermişleri kapıyı
menteşeleriyle söker yerinden..

O ermişler,
evrensel gezginlerdir,
düşlerime giren,
bana tatlı masallar anlatan,
bilmediğimi söyleyen,
unuttuğumu hatırlatan..


© Nihat İyriboz
California, 02/11